bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu deneme bonusu veren siteler ecoplay deneme bonusu https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren bahis siteleri youtube mp3 bonus veren siteler deneme bonusu veren siteler meritking giriş kingroyal giriş deneme bonusu veren siteler casinorulet.com casino siteleri

Erdoğan DEMİR
Köşe Yazarı
Erdoğan DEMİR
 

EMANET EHLİNE VERİLMİYOR

Rivayet olunur ki Behrâm-ı Gûr’un, hakkında ileri-geri konuşulmasına hiç tahammül etmeyip kendisine gayetle güvendiği, bütün devlet işlerini emanet etmiş olduğu Rast Rûşen nam bir veziri var idi. Kendisine gelince, gece-gündüz demeden içer, eğlenir ve ava çıkardı. Bu vezir, Behrâm’ın vekillerinden olan birine şöyle dedi: “Kendilerine gösterilen aşırı adaletten ötürü insanlar küstahlaşmış, idaresi zorlaşmıştır. Şayet tedbir alınmazsa korkarım bir felaket baş gösterecektir. Padişah işret meclisleri ve av partileriyle meşgul olduğu için insanların halinden haberdar değildir. Bir fitne fesat ortaya çıkmazdan evvel sen onları yola getir ve bilesin ki yola getirmek de iki şekilde olur: Kötüleri bertaraf etmek, iyilerden mal almak. Kimin malını müsadere eyle dersem, eyleyiver!” Bu şekilde vekil her kimi yakalıyorsa vezir ondan rüşvetini alır; vekile de kendi payını almasını emrederdi. İş o raddeye vardı ki cümle âlemin malı mülkü, atı biniti, güzel köle ve cariyesine el kondu. Sonunda insanlar fakir düştü. Bütün soylu-soplular yerlerinden yurtlarından oldular. Öte yandan Behram’ın hazinesinde de zırnık bir şey toplanmıyordu. Üstünden bir zaman geçtikten sonra Behrâm-ı Gûr’a güçlü ve çetin bir düşman musallat oldu. Askeri teşvik için onlara bahşiş vermek ve orduyu teçhiz edip düşmana karşı seferber etmek isteyen ama hâzineden elleri boş dönen Behrâm, şehrin eşrafından bunun sebebini sordu. Eşraf, nice zamandır şehirde falancaların yurtlarından olup filan memlekete göç etmek zorunda kaldıklarını dile getirdiler. Behrâm sebeb-i hikmetini sorunca mezkûr vezirden korkmaları sebebiyle, “bilmiyoruz” demekle kifayet ettiler. Behrâm, bütün gün ve gece boyunca bu konuyu zihninde mütalaa etti ama bir türlü sorunun nereden kaynaklandığını çözemiyordu. Behram ertesi gün atına binerek çöle doğru yola koyuldu. Bir yandan giderken bir yandan da düşünmekteydi. Derken gün doğdu. Behrâm bu arada 7-8 fersah(bir fersah yaklaşık 5 kilometre) yol almıştı. Düşüne düşüne bîhâl olmuş, kızgın güneşin tesiriyle açlık ve susuzluk bastırmıştı. Su içmeye ihtiyaç duydu. Su bulma umuduyla ovaya şöyle bir baktığında yükselen bir duman bulutu gördü. “Muhakkak orada birileri vardır” diyerek dumanın geldiği tarafa yöneldi. Yaklaştığı vakit uyuklamakta olan bir koyun sürüsü, kurulu bir çadır ve darağacına çekilmiş bir köpek gördü. Hayretler içinde çadıra daha da yaklaştı. Çadırdan bir adam çıkarak ona selam verdi. Onu atından indirdi ve hazırdaki yiyeceklerinden nesi varsa Behrâm’ın önüne koydu. Kendisinin kim olduğunu bilmeyen adama, Behrâm:  “Yemek yemezden önce, evvelâ şu köpeğin hikâyesini anlat bakayım!” dedi. Delikanlı olayı şöyle anlattı: “Bu benim sürüye göz-kulak olması için görevlendirdiğim köpeğim idi. On adama bedel işler çıkarttığını ve onun korkusundan hiçbir kurdun bu koyunlara yaklaşmaya cüret edemediğini biliyordum. Şehre günü birlik gittiğim zamanlarda bu köpek koyunları otlatmaya götürür ve sağ-salim geri getirirdi. Derken aradan bir zaman geçti. Bir gün koyunları sayayım dedim; birkaç koyun eksik çıkmıştı. Buralara hırsız da uğramadığı için ben bir türlü koyunlarımın neden azaldığını anlamıyordum. Bu arada vergi tahsildarı gelmiş, mutad olduğu üzre her yılki vergiyi istedi ama elimdeki koyun sayısı az olduğu için elimde kalan koyunlara el koydu. Şimdi ben o tahsildarın çobanlığını yapmaktayım. “Ben bütün olan-bitenden habersizim; meğerse bu bizim köpek dişi bir kurt ile dostluk peyda eyleyerek onunla çiftleşmiş. Ezkaza günlerden bir gün odun toplamak için kıra gitmiştim. Dönerken de koyun sürüsünü görecek bir yüksekliğe çıkmıştım. Otlamakta olan sürüye doğru ilerleyen bir kurt gözüme ilişti. Bir diken çalılığının arkasına gizlenip olan biteni izlemeye koyuldum. Köpek kurdu görür görmez ona doğru seğirterek kuyruğunu sallamaya başladı. Kurt ise sakin sakin öylece dineliyordu. Köpek, sırtına çıkarak kurda abandı. Sonra bir köşeye çekilip, zıbardı. Daha sonra kurt sürüye dalarak bir koyunu kaptığı gibi parçaladı ve yedi. Köpeğin buna hiç sesi çıkmadı. Ben köpeğin kurtla bu alışverişinden haberdar olunca iflasımın sebebinin köpeğin başıbozukluğu ve ihaneti olduğunu kavradım. Ben de ihanetinin cezası olarak tuttum astım onu.” Bu sözlerden pek hoşlanan Behrâm, anlatılanlara oldukça şaşırmıştı. Oradan dönüşte bütün bir yol boyunca, o çoban hikâyesini zihninde tartarak, kendi meselesiyle örtüşen noktalar üzerinde kendi kendine düşünüyordu: “Mesele tıpkı şunun gibidir: Tebaamız bir sürü, vezirlerimiz sürüyü emanet ettiklerimizdir. Memleket ve halkın hali perişandır ve bunun sebebini kime sordumsa hakikati söylemiyor. İyisi, vezir Rast Rûşen’den başlayayım işe!” Şah, sarayına döner dönmez derhal derdest edilenlere ilişkin ruznâmeleri talep etti. Tepeden tırnağa bütün ruznâmelerde, vezirin alçaklıklarını görüp insanlara karşı iyi davranmadığını, halka reva gördüğü kötülükleri ve adaletsizliği anladı. Daha sonra, “büyükler ne de doğru söylemişler” diyerek, şu atasözünü söyledi: “Nama-şana aldanan ekmekten olur; ekmeğine tüküren canından olur.”  “Sözde adı Rast Rûşen olan vezirim özde karanlık ve yalancıymış. Ben kendi ellerimle onu o kadar semirtmişim ki zavallı raiyyet, korkusundan içinde bulundukları hali bana söylemeye cesaret edemiyor. İşin çaresi şudur ki, yarın vezir dergâha varınca ekâbirin önünde onu rüsva edip ayaklarına ağır zincirler vurarak zindana attıracağım. Diğer tutsakların huzuruma getirilmelerini emredip davalarıyla bizzat ilgileneceğim. Münadilere, cümle halka şöyle ilan etmelerini emredeyim: “Ahali! Behrâm şah, veziri Rast Rûşen’i azletmiştir. Onun zulmüne maruz kalan, ondan şikâyeti olanlar, mağdurlar gelsinler de davasına bakıp hakkını teslim edelim. Her kim bir zulme uğramışsa başlarına gelenleri beyan için mutlaka gelsin! Eğer size adilane davranmış ise tekrar işinin başına döndürüp ona hilat sunayım; yok eğer bana ve size karşı bir sadakatsizlik ve ihanet eylemiş ise o çobanın köpeğe yaptığını misliyle ona yapacağım!” Behrâm, ertesi gün emir ve ekâbirin huzura gelmesini istedi, vezirler yerlerine geçtiler Behrâm-ı Gûr yüzünü vezire dönerek:  “Memlekete musallat ettiğin bu ne buhrandır! Askeri açlıktan kırmış, tebayı perişan eylemişsin. Sana askerin erzakını tam vaktinde ulaştırmanı, memleketi imardan geri durmamanı, insanlardan hak olan dışında haraç almaman, hâzineyi dolu tutmanı emir ü ferman buyurmadık mı? Şimdi baktığımda ne hazinede zırnık, ne askerde erzak kalmış ve halk aç bî-ilaç. Benim şarap ve av ile başım hoş olduğu için raiyyet ve halk işlerinden haberdar olmadığımı sandın. Zannettiğin gibi değildir.”  Sonra onun vezirliğine bakmadan derdest edilip ayaklarına ağır zincirler vurulmasını ve karga tulumba götürülmesini emretti. Her hikâyede bir ibret, her ibretin bir hikâyesi vardır. İbret ise alınması gereken ders demektir. Tarihimiz ibret almamız gereken o kadar çok örneklerle dolu ki… Ders almak da, ibret almak da, kıssalardan hisse çıkarmak da elbette bir nasip meselesidir. Çoban kurtla arkadaşlık yaparsa kuzulara yazık eder. Devleti yönetenler, kurt gibi adamlarla arkadaşlık yapar, onların yazdıklarını okur, onlara kulak verir, mutabakatı halkla değil de kurtlarla yaparsa millete yazık eder. İçimizdeki kurt bizi de yer bitirir. O, yün içinde gelişen kurt gibi içimizden büyür ve bizi kemirir. Yöneticiler, şikayet makamında olmazlar. Şikayeti halk yapar, yönetici gereğini yapar. Yoksa korkak çoban gibi olur: Gündüz vakti kadınlar, koyun sürüsünü sağarken aç bir kurt sürüye saldırır. Korkudan bir araya gelen kadınlar hep birden: "Amanın aramızda bir erkek olsaydı" derlermiş. Bakmışlar ki çoban da kadınların arasında o da aynı şeyi söylermiş. "Amanın bir erkek olsaydı" dermiş. Kadınlar çobana dönüp: "Sen erkek değil misin " demişler. Çoban erkekliğini hatırladıktan sonra kurdun üzerine yürür ve kurt da kaçar gider. Adamla köpek karşı karşıya geldiğinde ikisi de korkar. Adam kaçarsa köpek kovalayacak. Köpek kaçarsa adam kovalayacak. Kovalayamazsanız bile kovalayacakmış gibi yerinizde hareket edin. Şu anlatılan hikâyelerden zamanımız idarecilerinin ders çıkarmaları ve seçecekleri yardımcıları için çok titiz davranmaları gerekmektedir. Eğer halka rağmen, halkın değerlerini hiçe sayıp, haksızlık yapan, kendi kasasını haramlarla dolduran, makamının hakkını değil de vatandaş üzerinde kudretini kullanarak sindiren idarecilerimiz, gerçi (özür diliyorum)  bir köpek gibi asılmazlar ama gönüllerden tamamen silinip giderler ve tarihinin derinliklerinde kaybolurlar da kimse onların adlarını ağızlarına almazlar. Bu günlükte bu kadar. Sürçü lisan ettik ise affola….
Ekleme Tarihi: 11 Nisan 2019 - Perşembe

EMANET EHLİNE VERİLMİYOR

Rivayet olunur ki Behrâm-ı Gûr’un, hakkında ileri-geri konuşulmasına hiç tahammül etmeyip kendisine gayetle güvendiği, bütün devlet işlerini emanet etmiş olduğu Rast Rûşen nam bir veziri var idi. Kendisine gelince, gece-gündüz demeden içer, eğlenir ve ava çıkardı. Bu vezir, Behrâm’ın vekillerinden olan birine şöyle dedi:

“Kendilerine gösterilen aşırı adaletten ötürü insanlar küstahlaşmış, idaresi zorlaşmıştır. Şayet tedbir alınmazsa korkarım bir felaket baş gösterecektir. Padişah işret meclisleri ve av partileriyle meşgul olduğu için insanların halinden haberdar değildir. Bir fitne fesat ortaya çıkmazdan evvel sen onları yola getir ve bilesin ki yola getirmek de iki şekilde olur: Kötüleri bertaraf etmek, iyilerden mal almak. Kimin malını müsadere eyle dersem, eyleyiver!”

Bu şekilde vekil her kimi yakalıyorsa vezir ondan rüşvetini alır; vekile de kendi payını almasını emrederdi. İş o raddeye vardı ki cümle âlemin malı mülkü, atı biniti, güzel köle ve cariyesine el kondu. Sonunda insanlar fakir düştü. Bütün soylu-soplular yerlerinden yurtlarından oldular. Öte yandan Behram’ın hazinesinde de zırnık bir şey toplanmıyordu.

Üstünden bir zaman geçtikten sonra Behrâm-ı Gûr’a güçlü ve çetin bir düşman musallat oldu. Askeri teşvik için onlara bahşiş vermek ve orduyu teçhiz edip düşmana karşı seferber etmek isteyen ama hâzineden elleri boş dönen Behrâm, şehrin eşrafından bunun sebebini sordu. Eşraf, nice zamandır şehirde falancaların yurtlarından olup filan memlekete göç etmek zorunda kaldıklarını dile getirdiler. Behrâm sebeb-i hikmetini sorunca mezkûr vezirden korkmaları sebebiyle, “bilmiyoruz” demekle kifayet ettiler. Behrâm, bütün gün ve gece boyunca bu konuyu zihninde mütalaa etti ama bir türlü sorunun nereden kaynaklandığını çözemiyordu.

Behram ertesi gün atına binerek çöle doğru yola koyuldu. Bir yandan giderken bir yandan da düşünmekteydi. Derken gün doğdu. Behrâm bu arada 7-8 fersah(bir fersah yaklaşık 5 kilometre) yol almıştı. Düşüne düşüne bîhâl olmuş, kızgın güneşin tesiriyle açlık ve susuzluk bastırmıştı. Su içmeye ihtiyaç duydu. Su bulma umuduyla ovaya şöyle bir baktığında yükselen bir duman bulutu gördü.

“Muhakkak orada birileri vardır” diyerek dumanın geldiği tarafa yöneldi. Yaklaştığı vakit uyuklamakta olan bir koyun sürüsü, kurulu bir çadır ve darağacına çekilmiş bir köpek gördü. Hayretler içinde çadıra daha da yaklaştı. Çadırdan bir adam çıkarak ona selam verdi. Onu atından indirdi ve hazırdaki yiyeceklerinden nesi varsa Behrâm’ın önüne koydu.

Kendisinin kim olduğunu bilmeyen adama, Behrâm:

 “Yemek yemezden önce, evvelâ şu köpeğin hikâyesini anlat bakayım!” dedi. Delikanlı olayı şöyle anlattı:

“Bu benim sürüye göz-kulak olması için görevlendirdiğim köpeğim idi. On adama bedel işler çıkarttığını ve onun korkusundan hiçbir kurdun bu koyunlara yaklaşmaya cüret edemediğini biliyordum. Şehre günü birlik gittiğim zamanlarda bu köpek koyunları otlatmaya götürür ve sağ-salim geri getirirdi. Derken aradan bir zaman geçti. Bir gün koyunları sayayım dedim; birkaç koyun eksik çıkmıştı. Buralara hırsız da uğramadığı için ben bir türlü koyunlarımın neden azaldığını anlamıyordum. Bu arada vergi tahsildarı gelmiş, mutad olduğu üzre her yılki vergiyi istedi ama elimdeki koyun sayısı az olduğu için elimde kalan koyunlara el koydu. Şimdi ben o tahsildarın çobanlığını yapmaktayım.

“Ben bütün olan-bitenden habersizim; meğerse bu bizim köpek dişi bir kurt ile dostluk peyda eyleyerek onunla çiftleşmiş. Ezkaza günlerden bir gün odun toplamak için kıra gitmiştim. Dönerken de koyun sürüsünü görecek bir yüksekliğe çıkmıştım. Otlamakta olan sürüye doğru ilerleyen bir kurt gözüme ilişti. Bir diken çalılığının arkasına gizlenip olan biteni izlemeye koyuldum. Köpek kurdu görür görmez ona doğru seğirterek kuyruğunu sallamaya başladı. Kurt ise sakin sakin öylece dineliyordu. Köpek, sırtına çıkarak kurda abandı. Sonra bir köşeye çekilip, zıbardı. Daha sonra kurt sürüye dalarak bir koyunu kaptığı gibi parçaladı ve yedi. Köpeğin buna hiç sesi çıkmadı. Ben köpeğin kurtla bu alışverişinden haberdar olunca iflasımın sebebinin köpeğin başıbozukluğu ve ihaneti olduğunu kavradım. Ben de ihanetinin cezası olarak tuttum astım onu.”

Bu sözlerden pek hoşlanan Behrâm, anlatılanlara oldukça şaşırmıştı. Oradan dönüşte bütün bir yol boyunca, o çoban hikâyesini zihninde tartarak, kendi meselesiyle örtüşen noktalar üzerinde kendi kendine düşünüyordu:

“Mesele tıpkı şunun gibidir: Tebaamız bir sürü, vezirlerimiz sürüyü emanet ettiklerimizdir. Memleket ve halkın hali perişandır ve bunun sebebini kime sordumsa hakikati söylemiyor. İyisi, vezir Rast Rûşen’den başlayayım işe!”

Şah, sarayına döner dönmez derhal derdest edilenlere ilişkin ruznâmeleri talep etti. Tepeden tırnağa bütün ruznâmelerde, vezirin alçaklıklarını görüp insanlara karşı iyi davranmadığını, halka reva gördüğü kötülükleri ve adaletsizliği anladı. Daha sonra, “büyükler ne de doğru söylemişler” diyerek, şu atasözünü söyledi:

“Nama-şana aldanan ekmekten olur; ekmeğine tüküren canından olur.”

 “Sözde adı Rast Rûşen olan vezirim özde karanlık ve yalancıymış. Ben kendi ellerimle onu o kadar semirtmişim ki zavallı raiyyet, korkusundan içinde bulundukları hali bana söylemeye cesaret edemiyor. İşin çaresi şudur ki, yarın vezir dergâha varınca ekâbirin önünde onu rüsva edip ayaklarına ağır zincirler vurarak zindana attıracağım. Diğer tutsakların huzuruma getirilmelerini emredip davalarıyla bizzat ilgileneceğim. Münadilere, cümle halka şöyle ilan etmelerini emredeyim:

“Ahali! Behrâm şah, veziri Rast Rûşen’i azletmiştir. Onun zulmüne maruz kalan, ondan şikâyeti olanlar, mağdurlar gelsinler de davasına bakıp hakkını teslim edelim. Her kim bir zulme uğramışsa başlarına gelenleri beyan için mutlaka gelsin! Eğer size adilane davranmış ise tekrar işinin başına döndürüp ona hilat sunayım; yok eğer bana ve size karşı bir sadakatsizlik ve ihanet eylemiş ise o çobanın köpeğe yaptığını misliyle ona yapacağım!”

Behrâm, ertesi gün emir ve ekâbirin huzura gelmesini istedi, vezirler yerlerine geçtiler Behrâm-ı Gûr yüzünü vezire dönerek:

 “Memlekete musallat ettiğin bu ne buhrandır! Askeri açlıktan kırmış, tebayı perişan eylemişsin. Sana askerin erzakını tam vaktinde ulaştırmanı, memleketi imardan geri durmamanı, insanlardan hak olan dışında haraç almaman, hâzineyi dolu tutmanı emir ü ferman buyurmadık mı? Şimdi baktığımda ne hazinede zırnık, ne askerde erzak kalmış ve halk aç bî-ilaç. Benim şarap ve av ile başım hoş olduğu için raiyyet ve halk işlerinden haberdar olmadığımı sandın. Zannettiğin gibi değildir.”

 Sonra onun vezirliğine bakmadan derdest edilip ayaklarına ağır zincirler vurulmasını ve karga tulumba götürülmesini emretti.

Her hikâyede bir ibret, her ibretin bir hikâyesi vardır. İbret ise alınması gereken ders demektir. Tarihimiz ibret almamız gereken o kadar çok örneklerle dolu ki…

Ders almak da, ibret almak da, kıssalardan hisse çıkarmak da elbette bir nasip meselesidir.

Çoban kurtla arkadaşlık yaparsa kuzulara yazık eder. Devleti yönetenler, kurt gibi adamlarla arkadaşlık yapar, onların yazdıklarını okur, onlara kulak verir, mutabakatı halkla değil de kurtlarla yaparsa millete yazık eder.

İçimizdeki kurt bizi de yer bitirir. O, yün içinde gelişen kurt gibi içimizden büyür ve bizi kemirir.

Yöneticiler, şikayet makamında olmazlar. Şikayeti halk yapar, yönetici gereğini yapar.

Yoksa korkak çoban gibi olur:

Gündüz vakti kadınlar, koyun sürüsünü sağarken aç bir kurt sürüye saldırır. Korkudan bir araya gelen kadınlar hep birden: "Amanın aramızda bir erkek olsaydı" derlermiş. Bakmışlar ki çoban da kadınların arasında o da aynı şeyi söylermiş. "Amanın bir erkek olsaydı" dermiş. Kadınlar çobana dönüp: "Sen erkek değil misin " demişler. Çoban erkekliğini hatırladıktan sonra kurdun üzerine yürür ve kurt da kaçar gider.

Adamla köpek karşı karşıya geldiğinde ikisi de korkar. Adam kaçarsa köpek kovalayacak. Köpek kaçarsa adam kovalayacak. Kovalayamazsanız bile kovalayacakmış gibi yerinizde hareket edin.

Şu anlatılan hikâyelerden zamanımız idarecilerinin ders çıkarmaları ve seçecekleri yardımcıları için çok titiz davranmaları gerekmektedir.

Eğer halka rağmen, halkın değerlerini hiçe sayıp, haksızlık yapan, kendi kasasını haramlarla dolduran, makamının hakkını değil de vatandaş üzerinde kudretini kullanarak sindiren idarecilerimiz, gerçi (özür diliyorum)  bir köpek gibi asılmazlar ama gönüllerden tamamen silinip giderler ve tarihinin derinliklerinde kaybolurlar da kimse onların adlarını ağızlarına almazlar.

Bu günlükte bu kadar.

Sürçü lisan ettik ise affola….

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve orducu.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.