O gün gerçekten güzel bir gün oldu. Orta Câmi’de namazdan çıkmıştık ki Sabahaddin Öztürk Ağabey tevâfuk etti; derken Tewfik Sayılır Ağabey. Musâfahayla berâber şöyle bir çay içme temâyülü doğdu. Yok tatlıydı, tosttu derken Tewfik Bey bizi soyadı sofra olan bir lokantaya sürükledi. Lahmâcunlarımız acısız olduğu gibi sohbetimiz de tatlı oldu. Muhabbet üst üste çaylarla uzayıp gitti.
Ne de olsa aynı okuldan ve aynı dönemlerden mezunduk. Bir çok ortak arkadaşlarımız, hocalarımız, dostlarımız, hâtıralarımız vardı. ülkemizin stratejik konumu, mânevî misyonu ve derin gerçekleri vardı. Bizler de câmia olarak, dünyâda en önemli coğrafyanın en merkezinde bir yerlerde ortak kaderleri paylaşan bir nesildik. Konuşulacak neler neler yoktu ki?!...
İşte, o gün, âdetâ kopamadan oradan oraya yürüyüşlerle sürüp giderek yaşadığımız bu bir-kaç saat, olaylar ve gündemlerin hayhuyu ile berâber hayâtın dağdağasının bizi nelerden uzaklaştırdığının göstergesiydi. Sanki kırk yıllık dosttuk da yüzkırk yıl görüşmemiş gibiydik!
Oradan çıkınca da yürüyerek sürdü muhabbetimiz. Daha lokantadayken kararlaştırdığımız gibi bir büyüğümüzü ziyârete gidiyorduk.. Büyüğümüz, dâmâdı, sevgili kardeşimiz Oktay Mağden’de kalıyormuş. Telefonumuz üzerine bizi kapıda bekleyeceğini ifâde etti. Birlikte eve çıktık.
Ahmet Öney Hocamız bizi ayakta karşıladı. Bunu derken, hastamızın durumunun iyi olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Çok şükür, kendisini gâyet iyi gördük. Konuşmalarında, vefâ konusuna değinerek satır aralarında, bizim câmianın bu noktadaki kayıtsızlığını söylemeye çalışıyor gibiydi. Dolayısıyla, bu ziyâretimizden çok memnun olduğu her hâlinden belliydi; uzun uzun konuştu, eskilerden, yenilerden anlattı, anlattı...
TATLI SOHBETLER, ACI HÂTIRALAR...
“Biz Tanrı Uludur, Tanrı Uludur diye çok ezan okuduk, Allâh affetsin. O dönemleri bütün şiddetiyle yaşadık.
Ülkemiz din eğitimi açısından büyük kopukluklar, fetret dönemleri yaşadı. Bunun kısmen aşılmasında, çemberin kırılmasında gayret ve öncülük olarak Ordu İstanbul’dan sonra 2. Sırada gelir.
Biz burada başladık okuyoruz. Bizim Enver Gâlip Ceylân Hoca İstanbul’dan gelmiş. Beni daha çok okutmak isteyen babam onu hemen bulup benden bahsediyor. O da, kayıt sezonunda İstanbul’a gelip beni bulsun diyor.
Gün gelince yola koyulduk. Vapurla 3 günde ulaştık İstanbul’a. Ağabeyi Osman Ceylân çok iyi insandı. Bizimle çok ilgilendiler, Allâh râzı olsun. Önce onunla kaldık bir süre. Kaldığımız kursun 7 nolu odasında yeğeni de var. Bafralı, Samsunlu, Çarşambalı arkadaşlar var. Çok güzel günlerimiz geçti oralarda. 1956-59 arası orada Kıraat ihtisâsı yaptık. Birgün hocamız beni çağırdı:
- Oğlum Ahmet! Beykoz müftüsü imam istiyor.
Her arkadaş görev gelince uçuyor. Biz de hemen gittik. Müftü evinde. Yaşlı, yatıyor. Akkuş Hoca’nın gönderdiği hoca geldi dediler kendisine. Biz daha yanına varır varmaz direkt: - Kaf Sûresi’ni oku, hocan gibi dedi.
- Okuduk, beğendi ve duâ etti. Bu oğlumu İskele Câmii’ne götür, müezzine. İmtihanı, sorumluluğu büyük bu göreve başladık. Yıl 59. Bir öğle vakti. Namazdan sonra herkes beni kucaklıyor. Sevgi-saygı gösteriyorlar. Bizim kadar onlar da heyecanlı ve sevinçliler. Velhâsıl, orada çok güzel günlerimiz geçti.
- Perşembe’de, Cumhûriyet Dönemi’nin ilk hâfızları Merhum Sâlim Albayrak ve Enver Gâlip Ceylân Hocalardır. İkisi de Cemâl Göbüloğlu’nun talebeleri. Mâlum, Kur’an eğitimi kesinlikle yasak ve sonuçları ağır. Bunlar orda-burda, kaşda-bayırda, kaçak-göçek okumuşlar, okutmuşlar.
Çalıştığı ve tanıdığı bütün müftülerimizi ve arkadaşlarını hayırla yâd eden Öney Hoca, konu İsmet Selim merhûma gelince, onun “hâfıza, ehl-i Kur’ân’a çok saygısı olan biri” olduğunu söyleyip sitâyiş ve rahmetle andı.
GEÇMİŞ GÜNLER, GELECEK ZAMANLAR…
Ahmet Öney Hocamız coştukça coştu. Anlaşılan o ki dostların gelişi ve eskileri paylaşmaktan, vefâdan çok mutlu oluyor. Ama, onu daha fazla yormamak adına kalkıyoruz. Bizi yine ayakta uğurluyor. Tekrar görüşmek dileğiyle ayrılıyoruz.
Biz de çok hoşnutuz bu buluşma ve ziyâretten. En kısa zamanda Ali Osman Deniz Hocamızı da ziyâreti plânlıyor, öylece ayrılıyoruz.
Aslında Ahmet Öney, Ali Deniz gibi hâfıza ve hâtırat boyutu zengin değerlerimizi kitap boyutunda değerlendirmek gerek. Muzaffer Günay Bey bunu yapıyor ve bu konuda iyi bir örnek. Rabbimiz ömrünü ve tetetebbuâtını bereketlendirsin inşâllâh. Bu anlamda, gerek büyüklerimize vefâ, gerekse geleceğe temennâ sadedinde hepimize, bizlere de düşen görevler olduğunu düşünüyoruz.
Sözü bağlarken, sizlerin de biliyor olacağınız gibi, Sabahaddin Âbi’nin de en az hocamız kadar konuşkan ve sohbet ehli olduğunu belirtiyor, o gün konuştuklarını, inşâllâh bir başka yazıda konu etmeyi umuyor, cümleye hayırlı uzun ömürler dileğiyle sevgi ve de saygılar sunuyoruz ves’selâm…