Sevgili dostlar. Çok konu var; çevremizde, ilimizde, ülkemizde, içte, dışta. Her gün de, dünü unutturacak şekilde yenileri çıkıyor. İnsan hangisini yazacağına karar veremiyor. Ama, benim gönlüm bu köşede, hep yerel konularda. Ulubey ve civârında yâni. Onun bugününde, yarınında; özellikle de dününde. Eğer farkındaysanız, mümkün olduğunca buna dikkât etmeye çalışıyoruz.
Çünkü, gün zâten yaşanıyor. Gündemler de haddinden fazla yorumlara tâbî tutuluyor. Sizin yazacaklarınız da tekrardan ibâret kalıyor. Mâlûmu îlâm gibi bir şey oluyor. Hattâ, usandırıcı da olabiliyor. Bilmem sizler ne dersiniz buna?!
Yarına gelince, onun da ne olacağını bilemiyoruz. Dolayısıyla en orijinâli düne âit olanlar. Bir de bu günle harmanlayabilirseniz, hem şimdi, hem de yarınlar diyebileceğimiz sonrası için güzel olduğu söylenebilecek bir şeyler çıkar ortaya. Her neyse.
BUGÜNÜN DÜNLERİ…
Dün deyince de aklımıza hemen, bu günün dünleri gelir. Yâni yaşlılarımız. Bu anlamda dünümüz ve özellikle köyümüz bağlamında bilgisine en çok baş vurduğumuz isim Altun Öztürk Teyzedir. Köyümüzle ilgili yazdığım notların çoğu da onun anlattıklarından oluşmaktadır.
3 yıldır yatağa bağlı olarak yaşayan teyzemiz, 50 yıl kadar önce, bir yayla yolculuğu sırasında trafik kazası sonucu genç yaşta eşini de kaybetmiş. Daha sonra kendisini çocuklarına adamış. O, ülkemizin de içinden geçtiği topyekun yokluk süreçlerinden bu yana hayat mücâdelesini yalnız yürütmüş.
Düşünün bir defâ; 5-6 yaşlarında babasını kaybediyor. 30’undayken de eşini. Sâhipsiz, kimsesiz, onca çoluk-çocukla bugünlere geliyor. Neler yaşadı, neler gördü, ne sıkıntılar, gariplikler, neler neler yaşadı kimbilir? Annesiz, babasız, eşsiz, kimsesiz yaşanan asra varan bir ömür.
Dile kolay. Yazması da. Bunu ancak yaşayanlar, yâni dullar, yetimler, öksüzler, ya da ciddîye alıp derinlemesine tefekkür edenler bir parça tahayyül edebilir. Kaldı ki böyle olsa bile bugünkülerin imkânları, çevreleri, maaşları, sayısız yardım kuruluşları söz konusu en azından.
Her neyse, Onu bugün, işte bu çocukluk ve gençlik yıllarına dâir konuşturacağız. Mâşâllâh, 90’a yaklaşan yaşıyla, hasta yatağında hâlâ hep anlatır durur. Konuşmaktan, hasbihâlden ayrı bir tad alır. Tedâvi olur âdetâ. Hâfızası yerinde. Konuşmaları açık, anlaşılır, net ve oldukça dobra. İşte seçtiklerimiz:
“AĞLAMAN, GİDİN” DEDİ!
“Babam askere gidiyor. Ben daha çok küçüğüm. Onu Kelooo Gıranı’na kadar yolcu ettik. Dediğim yer şu karşısı; beri yüze kadar. Babam bana bir elma verdi, habu sağ elime. Kıpkırmızı bir elma. Bugünkü gibi gözümün önünde. Bize şöyle bir baktı ve “Ağlaman, gidin” dedi. Sonra gitti babacuvazım. Birkaç gün sonra asker elbiselerini giymiş olarak geldi. Son vedâya. Hem onu asker elbiseleriyle görmüş olduk.
O gelince, Rahmetlik Gocaman (Gümüşhâneli NÛRÂ) dedi ki, “GİT OOOLUM” dedi babama. “GİT YÜKLERİNİ GETİR. RENÇBERLİĞİNİ AL GEL” dedi.
Babam da gocamanın katırlarını aldı gitti. NÛRÂ DAYI’nın ne atları, ne katırları vardı… Öyle ya, bütün köyün işleri onlara bakıyor. Odunun, ağacın, mısırın, fındığın, çarşıya ya da yaylaya yüklerin, göçlerin taşınması, götürmesi, getirmesi hep onlarla oluyor.
Neyse, babam, Mürseloon ordaki tarladan mısır, alaf, gabak, şalak, zalıt, fasile bize âit neyimiz varsa tarlayı kaldırıp aldı. Kapıya getirip yıktı; yerine yerleştirdi. Bu arada 3 gün kadar daha bizimle kalmış oldu. Sonra gitti. Daha da geri bakmadı. Gidiş o gidiş! Babamı ondan sonra daha ne gördüm ne de biliim. Hayâli şurda; gözümün önünde. Hey gidi babacııım. Uzun boylu, ince yapılıydı.”
YETİM GELDİM, YETİM GİDİİİM…
“Yetim geldim, yetim gidiyorum. 6 yaşımdan beri yetimliiinen, hâlâ yetimliiinen sürüşiiim, uğraşiim.
Ne diyorduk; Ağa Dayı’nın çok iyiliği vardır. Allah nur içinde yatırsın. Bir eli bizim üzerimizdeydi gocamanın. Allah râzı olsun. Rasim Dayı’nın da, Cennet Ana’nın da. Paşalı Ana çok durmadı burada. Allah bir hakkı için onların çok iyilikleri oldu bize.
O zamanın şartlarına göre herkese iyilikleri vardı onların. Çok kalabalıktı onlar eskiden. Buralar şenlikti. Ne dut ağaçları vardı! Pekmezler kaynıyordu. Elmalar vardı. Aşlı töngeller vardı. Ne ağaçlar vardı, bir görseydiniz. Töngel pekmezleri kaynıyordu. Ne tatlı oluyorduki! Rahmetlik Dudu Bibi kaynatıyordu; Ayıdoo Cemâl’in anası. Hep kaynatıyordu onları. Yevmiyesi veriliyordu. Biz elmaları doğruyorduk. Onlar haşıllıyorlardı. Orda ayrı ev vardı. Kaynatıyorlardı. Bir güğüm su o getiriyordu, bir güğüm biz. Her şey o çeşmeden bu çeşmeden, ordan burdan taşımayla. İşler böyle ortaklaşa, yardımlaşa gidiyordu.
Ben küçüktüm. Gürgen Puğarı’ndan çok iftar suyu getirdim Gocaman’a. Bunu severek yapıyorduk. Orda karnımızı da doyurup geliyorduk. Yoktu kimsede ki! Hakîkaten öyle. Ah o günleri bir görseydiniz. Bugünlere hiç mi hiç benzemiyor. Anlatılmaz; hey gidi günler...”
Görüldüğü gibi sevgili okurlar, zengini fakiri herkes bir imtihan sürecinden geçiyoruz aslında. Bunun temelinde de Allâh’ın bizi, kulları üzerinden birbirlerine karşı tavır ve tutumlarından imtihan etmesi var. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. Rabbimiz birbirimize ve tüm dünyâya bu açıdan bakmayı ve bu espri üzre bir hayat yaşamayı nasîp etsin.
Rahmet ayı Ramazan’a az kaldı. İnşâllâh bu sonsuz rahmet iklîmi hepimizi, tüm dünyâyı kaplasın. İnsanlık, zulüm ve zulmetlerden kurtulsun. Dünyâmızın buna her zamankinden daha çok ihtiyâcı var. Bu niyet ve gayretlerle berâber inşâllâh bu dileklerimizin hepimiz ve tüm insanlık için mukadder ve de müyesser olması niyâzıyla ves’selâm…