Bu sene sâdece fındıklar donmadı; ceviz, incir, kayısı, kivi gibi ilk aklımıza gelenler dışında, bölgemizde yetişmeyen daha nice sebze ve meyvelerde de sıkıntı söz konusu oldu. Benim için de fındıktan sonra en çarpıcısı ve alâkadâr edeni dut meyvesiyle ilgili olandı.
Her Cuma değişik câmilere gitme âdeti gereği Hazîran başında İfan Ağabey ve oğlum Yusuf Kerem’le berâber Perşembe Yolu üzeri Çerli Fatma Hatun Câmii’ne gitmiştik. Bu yıl dutu ilk orda gördüm. Ağzımın suyu aktı ama, hem biraz acele var gibiydi, hem de orada olacak gibi değildi. Nasılsa bir yerde tadarız diye düşündüm.
Bizim Ulubey havâlîsinde zâten yok ta, sonraki günlerde hanım köye gittiğimizde, her yıl mutlakâ olan, zaman zaman misâfirler de götürüp ikram ettiğimiz burada da dut olmadığını gördük. Aslında Yaraşlı şurası, Boztepe’nin eteği sayılır ama, bu sene dut orada da olmamış. Tabii, bâzı sene olduğu gibi, geçenlerde de “Sizinkilerin oraya beni dut yemeye götür!” diyen akrabamız Gümüşhâne kökenli Mücevher Teyze’nin arzusunu yerine getirmemiz de mümkün olamayacaktı bu defâ demekki.
“TAMAM HOCAM, NE DEMEK!”
Nedendir bilmiyorum, bu bana dert oldu. Hazîran sonu, yine bir Cuma günü köyden cenazeden dönerken Yemişli’ye gelince hem selâm vereyim, hem de dut sorayım diye Hasan Bey Mah. Câmii’nin orda durdum. Hocamız öğrencimiz veTDED derneğimizde birlikteyiz aynı zamanda.“Tamam hocam, ne demek!” dedi. Aslında ben câmiin çevresinde dut olabileceğini düşünerek böyle bir talepte bulunmuştum. Meğer komşu bahçede varmış. Sivas yolunun karşısına geçtik. Sâhibinden ricâ etti. Çünkü daha önce birlikte yemişler, biliyor. Ama, bu defâ da dut savmış!
Allâh, Allâh, nasıl olur?! Çarşıda, YeniMahalle’de ağaçta parmak gibi dut hâlâ var. Öğleden önce gördüm; ilkokulun orda. Buradaki savmış. Hâlbuki önce sâhildeki savmış olmalı değil miydi? Ama, demek ki yerine göre değişiyor. Gölge durumuna, toprağına, rüzgârına göre.
Her neyse, yarın da Ramazan giriyordu zâten. Sabahleyin oruca başlayacaktık. Dut tadamadan bu yıl geçecekti. İbrâhim Dayı nasıl değerlendirdi bu arayışı ya da takıntıyı bilmiyorum. Kerim Hoca’ya vedâ edip yola koyulduk. O ne düşündü acabâ?
Onları bırakalım; sizler ne düşündünüz kim bilir? Hele de bu Ramazan gününde dut muhabbeti! Olacak şey mi ama oluyor işte ne yaparsınız! Şâirlik var ya biraz, belki de bundan!
BİRAZ DA DUT NESLİ MİYİZ, NE?
Aslına bakarsanız sevgili dostlar; bunun altında kendimize isyânın bir feverânı var sanki. İçimizdeki özlemi böyle hareketlerle bastırmaya çalışıyoruz. Çocukluğumuz köylerde geçti. Mevsiminde meyve ağaçlarından aşağı inmezdik. Dut ağaçlarında çok kaldım. Dalın ucuna gidip de dönemediğim durumlarda aşağıdan halat attılar da, o zamanki tâbirle urgan, ondan asılarak yere indim. Dut olayı genlerimize işlemiş.
Ne güzel dutlardı onlar öyle. Parmak gibi diye tâbir edilir ya, aynen öyle. Siyahı ayrı, beyazı ayrı. Hem de 5-6 ulu ağaç vardı. Bunlar aynı zamanda defâlarca dökülür, pekmezler kaynatılırdı. Sonra elektrik bahânesiyle hepsi de kesildi.
Ama, ziraattan ya da fidancılardan aldığımız dutlar onların yerini tutmadı. Şu an bir ağaç bile dutumuz yok. İlgilenmedik sanmayın. Diktiklerimiz de hep büyüdüler büyüdüler, gel gör ki, meyve verme aşamasında kuruyup döküldüler. Her sene bakıyoruz, aynı aşamada dökülüyorlar. O eski dutlara hasret kaldık sizin anlayacağınız. Her sene birer ikişer dikiyoruz belki biri denk gelir diye ama maalesef. Şimdiye kadar muvaffak olamadık.
Bir tâne yetişiyor gibi, o da ekşi. Diğer birisinin de bir dalı siyah, öbürü beyaz; lâkin çok küçük dutlar. Ağacı da bodur. Vaziyet –kısaca demeyelim bayağı uzadı ama- budur. Yukarda gen dedik ya, bu da başka türlü bir gen olayı herhâlde. İklim mi değişti, yoksa, çarşıdan gelen fidanlar, köye gelin gelen şehirliler gibi havaya, ortama ayak uydurmada zorlanıyorlar mı bilemiyorum!
DERT Mİ, TAKINTI MI?
Bu bana dert mi oldu, yoksa takıntı mı diyelim ne derseniz deyin! Bir gerçek var ki, öylesine verimli toprağımızı ve onun nîmetlerini gerektiğince değerlendiremiyoruz. Şimdi aynı topraklardayız ama, bir tâne bile dut tadamama vaziyetleri yaşıyoruz. Olacak şey mi? mesele bu!
Allâh ikram ediyor da biz iltifat etmiyoruz gibi sanki. Daha açığı, mudaramız yok gibi! Meselâ, deniz kenarında yaşıyoruz da balık gördüğümüz yok. Irmaklar, dereler akıp gidiyor. Kaç balık adı biliyoruz, ya da görsek tanıyoruz? En çok bitki türü bulunan bir bölgedeyiz. Kaç çiçek adı biliyoruz? Kaç sebze yetiştirip, hangilerinden istifâde ediyoruz? Genel bir özensizlik, düzensizlik, ilgisizlik, aldırmazlık ve güldürmezlik içerisindeyiz. Onu söylemeye çalışıyorum.
İLTİFATSIZ META' ZÂYÎ'DİR!
Sevgili dostlar; Allâh’ın ikramlarına iltifat edeceğiz. Elde ettiklerimizi değerlendireceğiz. Allâh’ın verdiklerini onun kullarına da ikram etmeye çalışacağız. Gideceğiz, geleceğiz, alacağız, vereceğiz. Kardeşlik olacak, dostluk olacak, komşuluk, akrabalık, hısımlık, din kardeşliği, birlik-berâberlik, sevgi-saygı, muhabbet olacak. Muhabbet olmadan ünsiyet olmaz. Ünsiyet olmadan da insâniyet! Söylemek istediğimiz bu.
Özellikle şu Ramazan mevsimi ikram mevsimidir. Merhamet, infak, şefkât duygularımızın doruğa çıktığı aydır. İftar sofraları kaynaşma, kardeşlik ve muhabbet sofraları olmalıdır. Birliğimizin-dirliğimizin pekişeceği günlerdir. Bir oruçluyu iftar ettirmenin, sofralarımıza her kesimden, özellikle muhtaç kesimlerden insanlar dâvet etmenin sevâbı çoktur.
Şunu da bilmek gerekir ki; her şey zamânında değer ifâde eder ve de taş yerinde ağırdır. onun için var olanın kıymetini bilip değerlendirmek esastır. Meselâ; şu an, parayla da olsa tâze dut'a ulaşma şansınız yok, ya da bitmek üzere. İşte, Ramazan da böyle. Elden geldiğince değerlendirmek, gevşek durmamak gerek.
DUT ŞAHÂNE, RAMAZAN BAHÂNE…
Sözün özü, Ramazan deyince sevâbın ucu-bucağı, oran-doranı yoktur. Ramazan Rabbimizin kullarının önüne serdiği bahâne ayıdır. Allâh af etmek istiyor. Bağışlamak istiyor. Ramazan bahâne.
Her neyse; dut işine gelelim yine isterseniz. 1 Temmuzda emelime kavuştum. Çarşılardaydım. Aklıma geldi. Bir bakayım, belki dedim. Nasibim varmış. Postânenin arkasındaki sebze sokağına girdim. Git git yok. Dedim gerçekten savmış herhâlde. En son çıkarken sokağın ağzında bir yerde buldum. Bir avuç kadarı bir öbek 5 TL. Bir aldım. Baktım az; bir daha aldım.
Dut, nâzik bir meyve. Ne zaman döküldü? Buraya ne zaman geldi? Önemli değil, biraz ezik-büzük, rengi falan kaçmış, suyu akmıştı ama, sonuçta duttu! Eve götürdüm. Buz dolabına koydum. İftarı alt kattaki kız kardeşimde yapacaktık. Aslında çok da düşüncemde yoktu. Son anda inerken aklıma geldi. Ezanla birlikte, elimde dut tabağı içeri girdim.
Benim gibi başka, iftarı dutla açan oldu mu bilmiyorum; dikkât etmedim. Ama, o azıcık dut çok bereketli oldu. Her kes az-çok yedi, tattı. Sürpriz ve güzellik olarak değerlendirildi. Aynı zamanda hoş bir ikram ve de hâtıra oldu.
Belki ilk defâ parayla dut yedik sanıyorum ama, eğer çocuklukta olmamışsa, ilk defâ dutla oruç açtığımız muhakkak. Hurma gibi o da tatlı olduğundan, kendimizce bir sünnet yorumu da kattık dut keyfiyetine.
KENDİMİZİ DUT’AMADIK İŞTE; AFFEDİN!
Sevgili okurlar; İnşâllâh şu uzun Ramazan gününde, bu uzun dut muhabbeti, rahatsızlık vererek sizi dutmamıştır! Ben kendimi tutamadım da kapılıp gittim, neyse ki, dolana dolana süren dut yolculuğu mîdemi bulandırıp dutmadan çok şükür ki yazının sonuna sağ-sâlim olarak geldik elhamdülillâh. Geriye, “Hatâmız ve sürç-i lisânımız varsa afv’ola!” diyerek sizlerden özür dilemek kaldı.
Tarafınızdan kabûlünü ve bilvesîle, Yüce Allâh’tan da oruçlarımızı ve tüm iyi niyetli çabalarımızı, samîmâne amellerimizi sonsuz rahmet hazînesinden değerlendirmesini niyâz eyliyoruz. Bu arada Ramazanımız da yarıya yaklaştı. Tekrar mübârek olsun. Ve sonuçta hepimize, evveliniRAHMET, ortasını MAĞFİRET, sonunu daCEHENNEMDEN KURTULUŞ olarak netîcelendirebilmiş olmayı, sevdiklerimizle birlikte dünyânın ve de âhiretin saâdetlerine ulaşmayı nasîp eylesin inşâllâh ves’selâm…