Dünyâya, kendi kök, kaynak ve müktesebâtımızın penceresinden bakmak ve de onun terminolojisiyle düşünmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bugünkü eksen kelimemiz ZİLK’ADE. Mâlum, bu bir ay adı.
Bir defâ, şu an Hicrî takvim olarak bu aydayız. Tamam da, bu ay yeni gelmiyor ya, bu gün neden konu ediyoruz? Sebep ya da vesîle ne? Sebepler de, vesîleler de iç içe ve de karmaşık.
Hafta başında Ordu AKM’deydik Ali Osman DENİZ Hocamızla berâber. İkimiz de, mensubu bulunup görev yaptığımız Ordu İHL’nin dâvetlisiydik. Ali Hocamız, Hocası Mâhir İZ’i anlattı. Biz de öğretmenlik günlerimizi; duygu, düşünce ve hâtıralarımızı paylaştık ORDU merkezdeki tüm İmam-Hatip ve diğer okullardaki DKAB öğretmenleriyle.
Orada neler konuşuldu? Çok ayrı bir konu. Köşe yazısının sınırlarına sığmaz. Ama, bizim ilk olması hasebiyle aklımıza gelmeyen, fazla vakit almama kaygısıyla kısa kesmeye çalışmamız dolayısıyla değinme fırsatı bulamadığımız noktalar var.
Zilka’de ayında bulunmamız dolayısıyla, bu gün bunlardan birini paylaşmalıyız. O gün oturduğumuz aynı sahnede, belki aynı masada yıllar önce, bir konferans vesîlesiyle târihçi-yazar Mustafa ARMAĞAN konuşmuştu. Daha söze girmeden; “İçinizde Hicrî Doğum târihini bilen var mı?” diye bir soru sorarak başlamıştı konferansına.
Tabiî, hiç cevap çıkmamıştı koca salondan! Buradan hareketle sürdürmüştü söz, duygu, düşünce ve tavsiyelerini. Biz de bu yaklaşımı çok yerinde bularak kendi doğum günümüzle ilgili meraklarımızı sürdüregelmiştik. Aslında çok basit ama, bir türlü mümkün olmamıştı öğrenmek. Çünkü, bilgisayar kullanmakla berâber teknik boyutları pek beceremiyoruz.
Her neyse, geçtiğimiz Ramazan, telefonda bu konuda bir diyaloğumuz geçen kızım Sevdenur Hanım bir müddet sonra dönerek; “-Babacığım; senin doğum târihin 9 Zilka’de 1376!” diyerek bizi yeni bir dünyâyla buluşturmuş oldu. Âdetâ, hicrî târih üzerinden tekrar dünyâya gelmiştik! İşte şimdi, İslâm târihinin, isimsiz de olsa bir ferdi olmuştuk!
Hakîkâten, şu an Zilka’de 1436’da bulunduğumuz düşünülürse, ay yılı olarak 60’ı tamamlamış oluyoruz. O günkü seminerde, bir emekli olarak yaşlandığımızı, hattâ 60’a yaklaştığımızı belirttik. Ama, belki aynı masayı paylaştığımız Mustafa Armağan’la olan, dolaylı da olsa bu ayrıntıyı ifâde etmek aklımıza gelmedi. Bunu da zikr’edebilseydik, belki de hâtıralarımıza ve de sohbetimize bir zenginlik daha katılmış olacaktı. Her neyse.
Gelgelelim bu güne; şimdi, bu bağlamda, bilgisayara ZİLKA’DE yazınca neler neler geldi önümüze. Demek ki, kelime deyip geçmemeli. Hele bunlar kök kelimelerse.
Bilindiği gibi, Müslümanların îtibar ettiği Hicrî takvim, adı üstünde hicretle başlar. Hicret aslında Rebîülevvel ayında cereyan etmişse de senenin ilk ayı olarak "Muharrem" kabul edilmiştir. Diğer taraftan, bu takvime göre Zilka'de 11. ay olup, "Eşhuru'l-Hurum denen ve Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb’den ibâret bulunan (Saygılı, hürmetli aylar)'ın da birincisidir.
Hz İbrahim (as) ve İsmail (as) devrinden beri bu dört ay hürmetli aylar olarak kâbul edilmiştir. Bu aylar her türlü kötülüğün, saldırının, zulmün, kıtâlin yasaklandığı aylardır. Tevâfuk’a bakınız ki, Güneydoğu’nun kana bulanmak istendiği şu karışık süreçte, bu aylar içerisinde bulunuyoruz.
Nitekim,söz konusu olan, Bakara sûresi 217. âyette; “Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki:
O ayda savaş büyük bir günahtır…” buyurularak, bu aylarda savaşın büyük bir suç olduğu; devâmında da, Allah yolundan, hak dinden engellemenin, Allah'a küfr ile Mescid-i Haram'ın halkını, aynı zamanda Muhammed ashabını oradan çıkarmanın çok büyük bir günah olduğu belirtilmiştir.
İslâmî telâkkiye göre Allah'ın saygılı kıldığı dört aydan birincisi olan Zilka'de ayında müslümanların her türlü söz ve davranışlarında daha dikkatli davranmaları, bu hürmetli ayı fırsat bilerek ruh ve kalplerini zikir, tefekkür ve ibadetle süslemeleri, haram ve yasaklardan kaçınmakta daha hassas davranmaları, İslâmî hizmetlere daha şuurlu olarak katkıda bulunmaları beklenir.
Kaldı ki, Riyâzus’Sâlihîn ve İhyâ-yı Ulûm’da geçen hadislerde, Haram Aylarda üçer gün oruç tutulması tavsiye edilmiştir. Bu ayın 25. günü (DAHVUL ARZ) günüdür. Yâni, Kabe’nin altından başlamak suretiyle yer yüzü yayılmaya ve yaratılışına başlanmıştır. Gecesini ibadetle geçirmek gündüzünü de oruçlu geçirmenin çokça sevabı yanında, Hz. İbrahim ve İsa (as)’ın bu gece geldiği bilgileri de vardır.
Yalnız, Leyla ZANA’nın orucunun bununla alâkası olmadığı açık. Bizim Anadolu insanımızın en okumamışı bile bilir bunu. Çünkü, bizde ÖLÜM ORUCU değil DİRİM ORUCU vardır. O oruçlar insanı cehenneme, bizimkilerse cennete götürür. Değil mi dostlar?
Evet, bizim köklerimiz böyle. Oradan hep iyilik-güzellik, dostluk, barış dal-budak salıyor. Lâkin birileri bu dalları budayınca her şey dikenleşiyor. Ama, ümitsizlik ve de durmak yok; ayrık otlarıyla mücâdeleye devâm. Rabbimiz hepimizin yardımcısı olsun ves’selâm…