Nuri KAHRAMAN
Köşe Yazarı
Nuri KAHRAMAN
 

AMAN ORMANCI, YAMAN ORMANCI!

Geçtiğimiz Cumartesi günü Halil Amca uğradı. Eymür’den komşumuz; Köseoğlu Halil (Gümüşsoy) Amca. Kısaca, ORBUZ Halil Amca. Ordu’da yıllarca Buzdolabı imalâtı yaptılar ekip hâlinde. Ama, her şey gibi o da çok yaygınlaşıp fabrikasyon serî üretimler çoğalınca EL EMEĞİ GÖZ NÛRU yerel gayretler genel sisteme ayak uyduramayıp yarıştan çekildiler. Ancak, biraz da ayak alışkanlığı olacak, işyerimiz, onların son iş adresleri Öğretmenler Sitesi’ne yakın olduğu için köyden Ordu’ya indikçe bize de uğrar. Hâl-hatır sorar, hâtıraları yâdeder, eskilerden, köyden, büyüklerden, komşularımızdan anlatır. Geçen gün de öyle oldu. Elinde değnekle zor yürüyor. Kâlp rahatsızlığı var. Kendisinin de ifâde ettiği gibi durumu oldukça kritik. Damarlar büyük ölçüde kapalı. Açılamıyor. Buradaki doktorlar da, çocuklarının filimini izlettiği İstanbul’daki profesörler de, “bununla idâre edeceksin” demişler. Buğday tânesi kadar bir hapmış verdikleri. Sıkıntı olursa alacakmış. Geçen bir olmuş, ilaç alınca biraz rahatlamış. Bir müddet sonra bir daha almak durumunda kalmış. Biraz sonra bir daha. Artık üçten sonrası gerekmemiş. Gerekse bile 3’ten sonrasına izin yokmuş zâten. Neyseki, o gün bugündür iyiymiş. İşte böyle; tâbiri câizse KIL ÜZERİNDE götürüyor işi. Ama, yıllardır böyle. Zayıf bedenini sürüklemekte güçlük çekiyor. Rahatsız. Çeşitli hastalıklar üzerine gelen kâlp rahatsızlığı nezâkette en öne geçmiş. Allâh yardımcısı olsun. DERS ALMAYA NİYETİMİZ YOK! Anlattıklarına gelince, sıcağı sıcağına hemen yazmaya karar verdik. Neden derseniz, dedim ya ders almıyoruz. Böyle şeyleri genelde not alıp bir yerlere koyuyoruz. Sonra bilgisayara geçiyoruz. Sonra da unutup gidiyoruz. Derken, işte bilgisayarımız bozuldu. Beyni ârızalıymış. Yâni, bir nevî kafayı yemiş! Şu an İstanbul’da. Buradaki servis oraya göndermiş. Şimdi başka bilgisayarda yazıyoruz. Buraya kadar normâl de, normâl olmayan bizim tavrımız. O kadar bilgiyi bilgisayara emânet ettik. Ya şimdi hepsi güme gittiyse! Öyle ya, beyin bozulunca bilgiler de kurtarılamıyor. Onca emek boşa! Boşa’dan öte, çoğuna yeniden ulaşmak mümkün değil. Meselâ fotoğraflar. Hâtıraları not edilen kimi isimler. Hayâtta olsalar bile aynı şeyleri anlatacakları, ya da senin onlarla görüşme şansın, vaktin, imkânın olacağı şüpheli. Onun için en güzeli, kaydedildiği anda değerlendirmek. Bunun için yayınlar önemli. Bilhassâ gazete ve dergiler. Her neyse, vel’hâsıl; atalarımız boşuna dememişler DEMİR TAVINDA DÖVÜLÜR diye. Onun için Halil Amca’nın o gün anlattıklarını hemen paylaşmak en iyisi dedik ve bugün onları anlatacağız. Fındıkla birlikte kabuğun da fiyatının yükseldiği şu günlerde, geçmişin ısınma, dolayısıyla hayat şartlarına dâir bilgiler içeren cümleleri ibret nazarlarınıza sunuyoruz: KAVŞAK’TA BİR ODUN MÂCERÂSI! -          Halil Amca, rahmetli babamla emsâldiniz değil mi? -          Öyle sayılır da, yaş olarak benden 2 yaş büyüktü. Ben 40’lıyım. Tabiî, yakın komşuyduk. Okulda berâber okuduk. Bağda-bahçede, yolda-izde birlikte çok bulunduk, çalıştık, yolculuk ettik. Hele bir defâsında bir Kavşak mâcerâmız var. -          Köydeki kavşak değil herhâlde, şu Belenyurt’taki, Gürgentepe de denen yerdeki KAVŞAK değil mi? Babam da anlatırdı da ondan söylüyorum. -          Evet orası. Bir gün, baban, Amcan DursunAli, ben, tâ oraya Ormana oduna gittik. Lâzın Siliman da var. Olacak ya, ormancılar denk geldi. Onun atının urganını kestiler. Şimdi ne yapacağız? Orman kanunları ağır ve affı da yok. Odun her şey; dolayısıyla orman ve ormancı da! Şimdi, bu varta nasıl atlatılacak? Öyle ya; değil mi? Biz başladık sıradan su içmeğe! Su içesi olan da olmayan da suya eğilip geçiyor. TABANCASIZ ADAM OLUR MU? -          Hatırladığım kadarıyla sebebi farklı! -          Tabiî, eğilince belimizde tabanca gözüküyor. Ormancının da gözü kör değil ya! Gelen eğiliyor, gelen eğiliyor. Köyden en az 40 kişi var. Eymür de o zamanlar nacakçılığıyla meşhur, aksi, belalı bir şöhreti var. Komalinin Halil, Hatibin İsmail, Ecişin Lütfi, Hekimooo Boru Felek, Çölooo Sali’nin Mustafa, Paşooo Nakkaş İssîn, Aşağı Eymür’den Reşid’in Ahmet, İbilooolarından Lütfi, İsmail gibi niceleri; bayağı kalabalık. İş nâzik. Endişeli bir durum var. O arada Meliiin Bekir de oradaydı. O biraz gerilerde olduğu için sonradan geldi. MEMİŞ adlı ormancı onu görünce derin bir nefes alıp; -          Bekir Dayı. Evinde yemek yedim, yataaanda yattım. Üzerimde hakkın var. Ben döniiim de siz de gidin! Diyerek işi tatlıya bağladı da biz de hayırlısıyla kazâsız-belâsız döndük geldik. -          Halil Amca, o zamanlar köylerde odun yok muydu da ta yayla sınırına 20-30 km. mesâfeye gidiyordunuz? -          Yiğenim, buralarda yakacak bulamıyorduk. Her taraf kıraçtı; gım-gırdı. Doğru-dürüst ot bile yoktu. Böyle ağaç nerde? Gevük (mısır kökü) yakardık, pancar (lahana) köklerini toplar yığardık. O zamanlar at bile lükstü. Onu da böyle uzaklardan odun getirmek için taşırdık daha çok. -          Gerçi, onun da çok hükmü yoktur ya. Atın getireceği odundan n’olacak? Soba da yok. Yanan odunun sıcağını da ocak alıp götürüyordu değil mi? FİY, KÜRÜL, KENEVİR; ELDEN BU GELİR! -          Doğru, aynen öyle ama, o zamanın şartları böyleydi. Bugünlere çok şükür. Her şey çok bol. Fındık bile ayrıca odun olarak bir nîmet. Sizin bahçelerin çoğunun tarla olduğunu, baban askerdeyken, dayınların Şayıp’tan gelip öküz koştuklarını bilmezsin. Bizim bitişikteki bahçede o zamanlar tarla olarak çok saban sürdüler. -          60’dan önceki yıllar olmalı. Babam askerdeyken ben varmışım ama çok küçük olduğum için hatırlamıyorum. Şu kadar var ki, babamın oralara fındık diktiğini iyi biliyorum. Hattâ sonraları FİY ve KÜRÜL ektiğimizi, biçtiğimizi falan. Bir de armudun dibinde kendir dediğimiz KENEVİR yetiştirip orada ıslattığımızı. -          Evet, o zamanlar herkes yapıyordu bunu çuval ipi için. Yoksa böyle tehlikeli, uyuşturucu yönü olduğunu bilen yoktu. Kenevirler bir hafta ıslanıp dışı soyularak eğerilir, ip hâline getirilirdi. Tava karasıyla da renk verilirdi. Adına da KIRNAP denirdi. Hey gidi günler… Evet, biz de HEY GİDİ GÜNLER diyerek bugünlere sonsuz şükürle sözü BAĞLAYALIM;  Allâh aşkı, Peygâmber sevgisi ve mukaddesât için gayret hissiyle ÇAĞLAYALIM, böylelikle burada da, orada da mutluluk kapısını aralamaya, Mevlâ’nın lûtfuyla imkân SAĞLAYALIM inşâllâh ves’selâm…
Ekleme Tarihi: 14 September 2014 - Sunday

AMAN ORMANCI, YAMAN ORMANCI!

Geçtiğimiz Cumartesi günü Halil Amca uğradı. Eymür’den komşumuz; Köseoğlu Halil (Gümüşsoy) Amca. Kısaca, ORBUZ Halil Amca. Ordu’da yıllarca Buzdolabı imalâtı yaptılar ekip hâlinde. Ama, her şey gibi o da çok yaygınlaşıp fabrikasyon serî üretimler çoğalınca EL EMEĞİ GÖZ NÛRU yerel gayretler genel sisteme ayak uyduramayıp yarıştan çekildiler.

Ancak, biraz da ayak alışkanlığı olacak, işyerimiz, onların son iş adresleri Öğretmenler Sitesi’ne yakın olduğu için köyden Ordu’ya indikçe bize de uğrar. Hâl-hatır sorar, hâtıraları yâdeder, eskilerden, köyden, büyüklerden, komşularımızdan anlatır.

Geçen gün de öyle oldu. Elinde değnekle zor yürüyor. Kâlp rahatsızlığı var. Kendisinin de ifâde ettiği gibi durumu oldukça kritik. Damarlar büyük ölçüde kapalı. Açılamıyor. Buradaki doktorlar da, çocuklarının filimini izlettiği İstanbul’daki profesörler de, “bununla idâre edeceksin” demişler.

Buğday tânesi kadar bir hapmış verdikleri. Sıkıntı olursa alacakmış. Geçen bir olmuş, ilaç alınca biraz rahatlamış. Bir müddet sonra bir daha almak durumunda kalmış. Biraz sonra bir daha. Artık üçten sonrası gerekmemiş. Gerekse bile 3’ten sonrasına izin yokmuş zâten. Neyseki, o gün bugündür iyiymiş. İşte böyle; tâbiri câizse KIL ÜZERİNDE götürüyor işi. Ama, yıllardır böyle. Zayıf bedenini sürüklemekte güçlük çekiyor. Rahatsız. Çeşitli hastalıklar üzerine gelen kâlp rahatsızlığı nezâkette en öne geçmiş. Allâh yardımcısı olsun.

DERS ALMAYA NİYETİMİZ YOK!

Anlattıklarına gelince, sıcağı sıcağına hemen yazmaya karar verdik. Neden derseniz, dedim ya ders almıyoruz. Böyle şeyleri genelde not alıp bir yerlere koyuyoruz. Sonra bilgisayara geçiyoruz. Sonra da unutup gidiyoruz. Derken, işte bilgisayarımız bozuldu. Beyni ârızalıymış. Yâni, bir nevî kafayı yemiş! Şu an İstanbul’da. Buradaki servis oraya göndermiş. Şimdi başka bilgisayarda yazıyoruz.

Buraya kadar normâl de, normâl olmayan bizim tavrımız. O kadar bilgiyi bilgisayara emânet ettik. Ya şimdi hepsi güme gittiyse! Öyle ya, beyin bozulunca bilgiler de kurtarılamıyor. Onca emek boşa! Boşa’dan öte, çoğuna yeniden ulaşmak mümkün değil. Meselâ fotoğraflar. Hâtıraları not edilen kimi isimler. Hayâtta olsalar bile aynı şeyleri anlatacakları, ya da senin onlarla görüşme şansın, vaktin, imkânın olacağı şüpheli. Onun için en güzeli, kaydedildiği anda değerlendirmek. Bunun için yayınlar önemli. Bilhassâ gazete ve dergiler.

Her neyse, vel’hâsıl; atalarımız boşuna dememişler DEMİR TAVINDA DÖVÜLÜR diye. Onun için Halil Amca’nın o gün anlattıklarını hemen paylaşmak en iyisi dedik ve bugün onları anlatacağız. Fındıkla birlikte kabuğun da fiyatının yükseldiği şu günlerde, geçmişin ısınma, dolayısıyla hayat şartlarına dâir bilgiler içeren cümleleri ibret nazarlarınıza sunuyoruz:

KAVŞAK’TA BİR ODUN MÂCERÂSI!

-          Halil Amca, rahmetli babamla emsâldiniz değil mi?

-          Öyle sayılır da, yaş olarak benden 2 yaş büyüktü. Ben 40’lıyım. Tabiî, yakın komşuyduk. Okulda berâber okuduk. Bağda-bahçede, yolda-izde birlikte çok bulunduk, çalıştık, yolculuk ettik. Hele bir defâsında bir Kavşak mâcerâmız var.

-          Köydeki kavşak değil herhâlde, şu Belenyurt’taki, Gürgentepe de denen yerdeki KAVŞAK değil mi? Babam da anlatırdı da ondan söylüyorum.

-          Evet orası. Bir gün, baban, Amcan DursunAli, ben, tâ oraya Ormana oduna gittik. Lâzın Siliman da var. Olacak ya, ormancılar denk geldi. Onun atının urganını kestiler. Şimdi ne yapacağız? Orman kanunları ağır ve affı da yok. Odun her şey; dolayısıyla orman ve ormancı da! Şimdi, bu varta nasıl atlatılacak? Öyle ya; değil mi? Biz başladık sıradan su içmeğe! Su içesi olan da olmayan da suya eğilip geçiyor.

TABANCASIZ ADAM OLUR MU?

-          Hatırladığım kadarıyla sebebi farklı!

-          Tabiî, eğilince belimizde tabanca gözüküyor. Ormancının da gözü kör değil ya! Gelen eğiliyor, gelen eğiliyor. Köyden en az 40 kişi var. Eymür de o zamanlar nacakçılığıyla meşhur, aksi, belalı bir şöhreti var. Komalinin Halil, Hatibin İsmail, Ecişin Lütfi, Hekimooo Boru Felek, Çölooo Sali’nin Mustafa, Paşooo Nakkaş İssîn, Aşağı Eymür’den Reşid’in Ahmet, İbilooolarından Lütfi, İsmail gibi niceleri; bayağı kalabalık. İş nâzik. Endişeli bir durum var. O arada Meliiin Bekir de oradaydı. O biraz gerilerde olduğu için sonradan geldi. MEMİŞ adlı ormancı onu görünce derin bir nefes alıp;

-          Bekir Dayı. Evinde yemek yedim, yataaanda yattım. Üzerimde hakkın var. Ben döniiim de siz de gidin! Diyerek işi tatlıya bağladı da biz de hayırlısıyla kazâsız-belâsız döndük geldik.

-          Halil Amca, o zamanlar köylerde odun yok muydu da ta yayla sınırına 20-30 km. mesâfeye gidiyordunuz?

-          Yiğenim, buralarda yakacak bulamıyorduk. Her taraf kıraçtı; gım-gırdı. Doğru-dürüst ot bile yoktu. Böyle ağaç nerde? Gevük (mısır kökü) yakardık, pancar (lahana) köklerini toplar yığardık. O zamanlar at bile lükstü. Onu da böyle uzaklardan odun getirmek için taşırdık daha çok.

-          Gerçi, onun da çok hükmü yoktur ya. Atın getireceği odundan n’olacak? Soba da yok. Yanan odunun sıcağını da ocak alıp götürüyordu değil mi?

FİY, KÜRÜL, KENEVİR; ELDEN BU GELİR!

-          Doğru, aynen öyle ama, o zamanın şartları böyleydi. Bugünlere çok şükür. Her şey çok bol. Fındık bile ayrıca odun olarak bir nîmet. Sizin bahçelerin çoğunun tarla olduğunu, baban askerdeyken, dayınların Şayıp’tan gelip öküz koştuklarını bilmezsin. Bizim bitişikteki bahçede o zamanlar tarla olarak çok saban sürdüler.

-          60’dan önceki yıllar olmalı. Babam askerdeyken ben varmışım ama çok küçük olduğum için hatırlamıyorum. Şu kadar var ki, babamın oralara fındık diktiğini iyi biliyorum. Hattâ sonraları FİY ve KÜRÜL ektiğimizi, biçtiğimizi falan. Bir de armudun dibinde kendir dediğimiz KENEVİR yetiştirip orada ıslattığımızı.

-          Evet, o zamanlar herkes yapıyordu bunu çuval ipi için. Yoksa böyle tehlikeli, uyuşturucu yönü olduğunu bilen yoktu. Kenevirler bir hafta ıslanıp dışı soyularak eğerilir, ip hâline getirilirdi. Tava karasıyla da renk verilirdi. Adına da KIRNAP denirdi. Hey gidi günler…

Evet, biz de HEY GİDİ GÜNLER diyerek bugünlere sonsuz şükürle sözü BAĞLAYALIM;

 Allâh aşkı, Peygâmber sevgisi ve mukaddesât için gayret hissiyle ÇAĞLAYALIM,

böylelikle burada da, orada da mutluluk kapısını aralamaya,

Mevlâ’nın lûtfuyla imkân SAĞLAYALIM inşâllâh ves’selâm…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve orducu.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.